

Fadime Y.KAROĞLU
ATÖLYE SİNEMASI
Tek katlı bahçeli evlerin henüz apartmana dönüşmediği, kendi deneyim ve yaratıcılıklarımızla da desteklediğimiz sokak oyunlarıyla büyüdüğüm o yıllarda yaşamış olmayı hep büyük zenginlik saymışımdır.
Daha dokuz on yaşlarında ancak olmalıyım… Yaşadığımız Anadolu şehrinde bugün aklımda kalan- yazlık olanlar hariç- dört beş tane sinema olduğu. Biz çocukların da anlayabileceği, yeni gösterime giren, nitelikli sinema yapımlarını izlememize hep babam önayak olmuş, hatta koluna takarak bizi kendisi götürmüştür.
Babamla birlikte sinemaya gidip izlediğimiz filmlerin dışında, sinema deyince apayrı bir yere koyduğum, akranlarımla birlikte gittiğimiz, haftanın iki günü aile matinesi filmlerin oynatıldığı ve başka bir şehirde benzerinin olmadığına inandığım, işçi aileleri için düşünülmüş Atölye Sineması gelir aklıma.
Binlerce işçinin büyük demiryolu vagonlarının yapımında çalıştığı fabrikanın, hem işçi ailelerinin tatil günlerini eğlenceli kılmak, hem de atölyeye küçük de olsa getiri sağlamak amacı ile yapılmış olması gerek.
İşçilere indirimli verilen haftalık film biletleri, biz komşu çocuklarının da sebepleneceği, sinema şölenine dönüşürdü. Özellikle yaz tatillerinde mahallenin bütün çocukları payını alırdı bu eğlenceden. En güzel kıyafetlerimizi giyer, istasyon kokan atölyenin, uzun koridorlarının yolunu tutardık. Sinema çıkışında ise filmin etkisiyle, çocuk yanaklarımızdan kimi muzır gülümseme yayılır, kimi ağlamışlığımızı örtmek için gizli gizli burnumuzu çeker dururduk. Bazen de öyle uzun sürerdi ki bu etki; bir de biz mahalle çocukları, en ince ayrıntısına kadar beynimize işlediğimiz film sahnelerini adeta yeniden çekerdik. Hemen toplaşıp, sokağın boş arsasını film setine dönüştürür… Kimi Türkan Şoray, kimi Cüneyt Arkın, kimi Tarık Akan, kimi Belgin Doruk… Ne rol düşerse artık. Hele hele şarkılı türkülü filmse, deyme keyfimize. Kostümsüz olmazdı ya… Evdeki bütün süslü püslü giysi, aksesuar ne varsa sokağa taşınırdı. Eline mikrofon kordonu diye boş makaraya bağladığımız kalın ipi attıra attıra , renkli grafon kağıdı ve balonla süslediğimiz sahnede bulurduk kendimizi. Bizleri izlemeye gelen büyük, küçük mahalle sakinleri, rolümüzü daha bir özenli yapmamızı sağlardı. Bu durum bir sonraki hafta izleyeceğimiz filme kadar sürer giderdi.
Annem arkadaşlarımla yalnız yollamak istemez, ille küçük kız kardeşimi yanıma katardı. O da gezme hevesiyle peşime takılır, sonra… ışıklar sönüp, film başladı mı da bir sızlanma tuttururdu. Başım ağrıyor, karnım ağrıyor diye ağlamaya başlardı. Tabi ben filmin en güzel yerinde… makine dairesinin boş aralığında… kardeşimi bir yandan avutur, bir yandan da çimdiklerimi eksik etmezdim üzerinden: “Hani uslu duracaktın, hani beni rahatsız etmeyecek; güzel güzel film izleyecektin! sinir krizleri geçirirdim. Anneme: “bunu peşime takma, film izlettirmiyor bana!..” deyip söylensem de durum pek değişmezdi doğrusu. Hala bugün kardeşimle o günleri konuşur, güleriz… O da: “Ne yapayım?.. hem sinemaya gitmeyi çok istiyor, hem de karanlıktan korkuyordum. Şimdi olsa…”
Güler yüzlü arsız bir misafir gibi kapımızdan girip, sonra iyiden iyiye yerleşecek ve canım sinema gezmelerimizi bir bir unutturacak televizyon denen şu kara kutuyla tanıştıran da yine babam olacaktı.
Teknolojinin bu son harikasının gerçek dost ve misafirlerin hoş sohbetlerinin yerini alacağını, sokak aralarında oynanan çocuk oyunlarının sadece anılarda kalacağını ve bizi karşısına çivileyeceğini kimse aklına getirmezdi herhalde. Radyo tiyatrolarının ve arkası yarınların henüz televizyon dizilerine dönüşmediği benim çocukluğumda, ebemkuşağının altından geçmeye kararlı bir dünya çocuk…
O günleri özlemle anıyorum…
Yaşlanıyor muyum ne?..