

Fadime Y.KAROĞLU
BİR HIDIRELLEZ ÖYKÜSÜ
Sabahın beş buçuğu… Uykular yarım gözlerde. Mayısın altısı, gül fideleri açmaya sevdalı birer tomurcuk dallarda. Dilekler tutuşturulmuş dallarına, yüzlerce umut taşıyan pembe, sarı, kırmızı güllerin…
Gün doğarken ancak çıktık yola Yalova’dan. Önce herkesin gözleri yumru yumruyken, güneşin parlak ışıklarıyla fal taşı gibi açıldı. Marmara’yı aşıp da Kara denize uzanan yol yeşile doymuş, kıvrılarak öyle akıyor Kandıra yollarında.
Tema Vakfı’nın organizasyonuyla oluşturulmuş doğa tutkunu tam yirmi sekiz kişi birlikte bu güzel hıdırellez sabahı, baharı soluyarak çıktık yol alıyoruz. İlk durak Ağva. Yol çok uzun sürmüyor, ya da bana öyle geliyor. Ağva girişinde Marimar denilen kır bahçesinde güzel bir kahvaltının ardından içilen çaylarla kendimize geliyoruz.
İki derenin ortasına kurulan yer anlamına geliyormuş Ağva… Göksu ve Yeşilçay deresinde motorla yapılan gezi esnasında öğreniyoruz Ağva’nın anlamını. Yemyeşil bir ormana yaslanmış, masmavi bir denize ise yüzünü dönerek, iki nehir arasında gülümseyen gerçekten doğa harikası. Yemyeşil suda süzülüyor bindiğimiz motor. Tam orta yerinde motoru susturan rehber, doğayı dinlememizi salık veriyor, sanki aksi mümkünmüş gibi… Kaplumbağalar, Osman Hamdi Bey’in tablosuna nispet; terbiyeciye ihtiyaç duymadan hem de, doğanın ahengiyle; sarkan dallara sıralanmış uzuneşek oynuyorlar… Biz de bir süre bu olağanüstü senfoniyle iç sesimizi dinliyoruz. Terapi gibi geliyor herkese bu kısa sessizlik. Sonsuza kadar böyle kalsak diye geçiriyorum içimden. Her şey doğal suyunda gidip yolunu bulacakmış gibi; tıpkı bu Göksu gibi akarak, denize kavuşacakmış gibi…
Karışmasak olmaz… Dengeyi ille bozacağız ya, o korkunç kirli sesiyle motor, güzelim rüyayı bozdu işte…
Bu kez rüyayı zoraki sürdürmek niyetiyle, gözlerimiz yarı kapalı, türküler söylüyoruz hep bir ağızdan. Derenin iki tarafını otel, motel ve ahşap evler süslüyor. Turistler el sallayarak türkülerimize eşlik ediyorlar.
Bu hıdırellez günü yollara düşmüş, toprak ve taze fidan dostu yirmi sekiz kişi bir yanda içi sızlayarak anıyor otuzyedi yıl önce kıyılan fidanlara. Aramızda o kuşağı iyi bilenler anlatıyor Ağva’yı ve iğne atsan yere düşmeyecek ormanların sıklığını ve kıya kıya fidanlara ne hale getirilmiş olan ormanın artık orman olmadığını anlatıyor.
Kahvaltı ve öğle yemeği derken geçirilen onca zamandan Göksu deresindeki motor gezisi ve güneşlenen tosbağalar kalıyor aklımda.
Ve Şile… bir tepeden bakıyoruz Şile sahillerine. Tarihi kalıntılar yükseliyor iki taraflı. Ne çok fotoğraf çekmek istiyorum. Ancak eni topu on beş dakikalık bir seyirle kalıyor gözümde, görkemli Şile. Bu duruma tur arkadaşlarımla birlikte içerliyoruz doğal olarak. Organizasyonu üstlenene çıkışıyoruz ne kadar az bir süre Şile’de kalındı diye. O çok merak ettiğim Şile bezlerinden yapılma giysilerin satıldığı çarşısını da göremeden, cam ocaklarını ve cam üfleme sanatıyla ilgili vakfı gezmek üzere ayrılıyoruz.
Cam işlemeciliği ve üfleme ile verilen ilginç figürler başlı başına bir sanat gerçekten. Biz ziyaretçilere küçük bir gösteriyle başlıyor atölye gezisi. Bu işin yirmi yıllık ustası, bir semazen ve renkli boncuk yapıyor oracıkta hepimiz gözümüzü kırpmadan izliyoruz gösteriyi. Sonra ocağı ve hepsi birbirinden özel cam eserlerin sergilendiği salonu geziyoruz. Belki sembolik bir şey alacağız… Ancak etiketlerdeki fiyatlar gözümüzü korkutuyor, sadece bakmakla yetinerek, dışarıda alıyoruz soluğu.
Son durak Polenezköy … 1800’lü yıllarda Polonyalıların yerleştiği bu şirin beldenin hemen merkezinde, kültür kütüphanesinin yanı başında tahtadan heykellerin sergilendiği kültür parkta dinlendiriyoruz yol yorgunu bacaklarımızı. İlginç geliyor, fotoğraf çektiriyoruz heykellerle. Mor salkımlar bezemiş sokakları, mis gibi kokular yayılıyor etrafa. Yaşanası çok güzel evler görüyoruz, bahçeleri bin bir çeşit çiçeklerle süslenmiş. Görülecek bir kilise ve bir de anı evinden söz ediyorlar yol arkadaşlarımız. Anı evinin salt bahçesini ve kapısını görürken, kiliseyi ise uzaktan bile görme şansını bulamıyoruz. Belki bir başka sefere… Ve dönüş yollarındayız…
Beklentilerimize uyduramasak da, usandıran kışın ardından, baharı kucaklamak sanırım herkese iyi geldi.
