

Fadime Y.KAROĞLU

Dün Bahar Değildi...
Ara sokaklardan birinde seksek oynayan örgülü saçlı bir kızken henüz,ana caddelerde oynanan büyük oyunlardan habersizdim. Birden çok aynı isimden kişilerin yaşadığı ve lakaplarıyla anıldığı bu kentte çocuk olmak inanılmaz eğlenceliydi. Kara Naciye, Bebekçilerin Naciye, Divriğili Naciye, Uzun Ayşe, Topal Ayşe, Öğretmen Ayşe... Hepsi ayrı ayrı hikaye...
Çocuk hafızamda kalan ve acı olanıydı Öğretmen Ayşe'nin hikayesi... Eşini hiç anımsamıyorum. Belki de hayatta değil ya da ayrılmıştı eşinden. İki çocuk annesi kırlaşmış dalgalı saçlı, esmer düzgün fizik hatlarına sahipti Öğretmen Ayşe Teyze. Meslektaşı ve bitişik komşumuz olması sebebiyle babamla uzun sohbetleri olurdu. Ne zarif bir kadındı, özenirdim giyim kuşamına davranışlarına, konuşmalarına... O yıllara göre okuyup öğretmen olmuş, eğitimli bir hanım parmakla gösterilirdi. Gözbebeği iki erkek çocuğu Erdoğan ve Ümit'i, yine o yıllara göre ta uzaklarda bir ülke gibi duran İstanbul'a, üniversiteye göndermiş olduğunu sonra öğrenecektim. Tam bir cumhuriyet kadınıydı, onurlu edasıyla sokaktan bir geçişi vardı ki, imrenirdim.
Biz çocukların aklının ermediği; ajans haberlerinin saat başı takip edildiği; hararetli tartışmaların yaşandığı; ardı arkası kesilmeyen olayların yaşandığı günlerin gelişi ne çabuk oldu. Öğrenci olaylarının olmadığı, mahalle veya kahvehanelerde kavgaların yaşanmadığı gün yok gibiydi nerdeyse? Büyüklerin tedirginliğini anlamaya çalışıyordum. Ne olmuştu da birden bire bütün herkes birbirine düşman olmuştu? Çocuk aklım almıyordu doğrusu. Çok dikkatli olmamız öğütleniyordu her birimize. Artık öyle komşu, misafirlikleri, akraba ziyaretleri filan da korkutuyordu büyükleri. Bir keresinde; bir yaşlı karıkoca, gece misafirlikten dönerken bir gurup genç tarafından sıkıştırılıp, tartaklandıktan sonra, türkü söyletilip zorla oynatılmak istenmiş... Bu öyküyü anlatıp aralarında; " Sakın gece sokağa çıkmayın, maskara edip oynatıyorlarmış anarşistler!.. " diye konuişuyorlardı. Gölgesinden korkar olmuştu herkes.
Bir sabah, sanırım yaz başlarıydı, kötü bir şey olduğu kesin... Babamı ve annemi ağabeyimin ölümünden bu yana hiç böyle görmemiştim. Kıvranıp duruyorlardı odanın ortasında. Annem yanlarına vurup: " Ayşe'ye nasıl söyleyeceğiz, çıldırır bu kadın " diyordu... Babam desen, ağzını bıçak açmıyor, beti benzi sapsarı elindeki telgrafı avuçlarında var gücüyle sıkıyordu.
Ben ve kardeşim yataktan kalkmış şaşkın gözlerle Öğretmen Ayşe Teyze'ye söylenemeyecek şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Babam neden sonra ağzının içinde geveler gibi; "Onca insanı görünce... nasılsa...", "Yazık, çok yazık. Bunca emek, bunca özveri... Gelsin hain bir tuzak, mahvedip, cehennemin orta yerine bıraksın, güzelim insanları..."
İstanbul plakalı otobüslerden inen, sol göğüslerinde bir delikanlının resmi asılı yüzlerce insan, bozkır şehrinin bu dar sokağını "ERDOĞAN'lar ÖLMEZ" sloganı ile inletiyordu... Öğretmen Ayşe Teyze, daha dün bu sokakta kısa pantolonlu top koşturan gözbebeği Erdoğan'ı için gözyaşı bile dökemiyordu. Kaskatı kesilmiş bedenini iki kolundan kavrayarak annemle babam zar zor bize taşıdılar.
Mahalleli kapısını kilitlemiş, kulaklarını tıkamıştı.Beş kurşunla katledilen bu gencecik üniversite öğrencisinin ölümüne hepsi çok üzülmüşlerdi ama korkuyorlardı. O silahlı örgütlerin her yerde olduğu gibi burada da uzantıları vardı. Öğretmen Ayşe Teyze'nin dışında, bir tek bizim evin kapıısı sonuna kadar açık kalacaktı taziyeye gelenlere...
O günden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Ne Öğretmen Ayşe Teyze'nin sesini bir daha duyduk, ne de kendisini gördük. Herhalde başka yere taşınmıştı. Görünen bu şehir bahar değildi.
Bizim de uzun sürmeyecekti orada kalışımız...